11 Kasım 2013 Pazartesi

MUHİBBE DARGA

 Çalışmaları ve Başarıları

1939 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Arkeoloji eğitimine başladı.
1940 yılında Küçükçekmece yakınlarında Region'daki kazıya katıldı. İlk kez katıldığı bu kazıda Arif Müfid Mansel kazı başkanıydı.
1939-1943 yılları arasında Prof. Dr. H.Th. Bossert, Ord. Prof. Dr. Arif Müfid Mansel ve Prof. Dr. E. Bosch'un derslerine devam etti. Hocası Arif Müfid Mansel ile birlikte Anadolu gezilerine çıkan ekipte yer aldı.
1943 yılında arkeoloji ve eskiçağ filolojisi eğitimini tamamladı.
1945 yılında Prof. H. Th. Bossert ile Anadolu keşif gezileri ekibinde yer aldı.
1946 yılında Karatepe'nin keşfine giden yoldaki ekipteydi.
1947-1949 yılları arasında H.Th. Bossert'in asistanlığını yaptı, sonra doktor ünvanı aldı. Karatepe'deki kazı ekibinde yer aldı. Hititlerin arkeoloji bilim dünyasındaki önemini ortaya koyan çalışmalarda bulundu.
1951 yılında İstanbul'da düzenlenen uluslararası Ön Asya Arkeolojisi kongresinde Fransızca olarak Karatepe'nin küçük buluntuları, keramiği üzerine ilk bildirisini sundu.
1952 yılında Prof. Bossert'le İstanbul Üniversitesi'nden Van'a giden ilk bilimsel heyette yer aldı.
1953 yılında evlenip arkeolojiye ara verdi.
1953-1959 Anadolu'nun çeşitli liselerinde (Eğridir, Muş, Elazığ) Tarih, Sanat Tarihi, Fransızca hocalığı yaptı.
1960 Eski Ön Asya Dilleri ve Kültürleri Bölümü'ne doktor asistan olarak kadrolu göreve başladı. Prof. Dr. Bahadır Alkım'ın başkanlığındaki bölümde hocalık ve bilimsel faaliyetlerini sürdürdü.
1964 yılında Alexander Von Humboldt bursuyla Almanya'nın Mrburg kentine gitti, burada Prof. Otten'ın yönettiği Semitisches Seminar'da on ay boyunca ünlü dilbilimcilerin de bulunduğu Hititoloji ağırlıklı ders ve seminerlere katıldı.
1965'de Prof. Bahadır ve Handan Alkım'ın Gaziantep'teki Gedikli kazısına katıldı.
1965'de Doçent oldu. Tez konusu, Hitit ritüel metinlerinde geçen Huvaşi, Trnu sözcükleri ve kutsal koruluktu; üçünü ayrı ayrı yayınladı. Verdiği derslere Kültepe- Kaneş uygarlığı eklendi.
1966 yılında Side dili üzerine çalışmalar yaptı ve yorumları bilim dünyasında yankı uyandırdı.
1971 yılında Çorum'da Eskiyapar Kazısı'na katıldı.
1973 Prof. Dr. Refik Duru'nun Elazığ Değirmentepe'deki kazılarına katıldı. Aynı yıl Profesör oldu. Bölümde Hitit sanatı ve Hitit dili ağırlıklı dersler verdi. İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları'ndan çıkan ''Karahna Şehri Envanteri'' kitabını yayınladı.
1975 Türk Tarih Kurumu'na muhabir üye seçildi.
1976'da kadın konusunu araştırdığı ve bu alanda ilk olan ''Eski Anadolu'da Kadın'' kitabını İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları'ndan çıktı.
1978-1990 yıllarında Şemsiyetepe Höyüğü kazılarının başkanlığını yürüttü.
1979'da Alman Arkeoloji Enstitüsü muhabir üyesi oldu.
1981 yılında Viyana'da yapılan Asiriyoloji Kongresi'nde Şemsiyetepe hakkında bildiri sundu.
1983 yılında Roma'da, Floransa'da Hititler ve Hitit mühürcülüğü hakkında konferanslar verdi.
1983 yılında Eski Çağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü'ne başkan atandı.
1984 yılında ''Eski Anadolu'da Kadın'' kitabı ikinci baskısını yaptı.
1985 yılında, filolojik ve arkeolojik verilerle mimarlığı incelediği ''Hitit Mimarlığı Bir Yapı Sanatı Arkeolojik ve Filolojik Veriler'' kitabını İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları'ndan çıktı.
1985 yılı Temmuz ayında Almanya'nın Münster kendindeki Asiriyoloji Kongresi'nde Şemsiyetepe üzerine bir bildiri sundu. Eylül ayında kendi isteğiyle üniversitedeki görevinden ayrıldı.
1985-1986 yılında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü'nün yüksek lisans öğrencilerine misafir hoca olarak '' Anadolu Uygarlıkları'' konulu dersler verdi.
1990 yılında Şarhöyük-Dorylaion höyüğündeki Anadolu Üniversitesi destekli gerçekleşen kazılarda başkanlık etmeye başladı.
1992 yılında büyük ilgi gören ''Hitit Sanatı''  kitabı Akbank Kültür ve Sanat Kitaplarından çıktı.
1995 yılında Eski Çağ Bilimler Enstitüsü şeref üyesi oldu.
1998'de Ayhan Şahenk Vakfı'ndan çıkan ''Kapadokya'' kitabındaki ''Kanişli Beyler, Asurlu Tüccarlar'' adlı bölümü yazdı.
2002 yılında bilimsel faaliyetlerini evinden kazı çalışmalarını ise Anadolu Üniversitesi Bölümünde sürdürmeye devam etti. Ekim ayında Emine Çaykara'nın söyleşisiyle hayatını içeren ''Arkeolojinin Delikanlısı Muhibbe Darga'' yayınlandı.
2003'de Hatçepsut kitabını tamamladı.
2004 yılında başkanlığını yaptığı Şarhöyük-Dorylaion kazısını bıraktı.
2007'de hazırladığı ve önsöz yazdığı Büyükbabası Mehmet Emin Bey'in seyahatnamesi, ''İstanbul'dan Asya-yı Vusta-ya Seyahat'' ismiyle, Everest Yayınları tarafından yayınlandı.



Kaynakça:


ÇAYKARA, E.  ( 2007). ''Arkeolojinin Delikanlısı Muhibbe Darga'', İstanbul: Can Yayınları.
KONYAR, E., TARHAN T.,  TİBET A.  (2008). ''Muhibbe Darga Armağanı'', İstanbul: Sadberk Hanım Müzesi.

23 Nisan 2013 Salı

KASSİTLER



        Kassitler 'e  18 . yüzyılda, Hammurabi 'nin oğlu Şamşu-iluna’nın zamanında rastlanılmıştır.  Eski Babil Devleti’nin ikinci binyılının ortalarına doğru yıkılışından sonra Güney Mezopotamya Kassit eğemenliğiyle tanışır. Kassit sülalesi döneminde bütün Güney Mezopotamya tek bir siyasal yönetimin altında toplanmıştır
        Mezopotamya’ya doğudaki dağlık bölgeden geldikleri tahmin edilmektedir.Başlangıçta tarlalarda tarım işçisi olarak çalışmışlardır, nüfusları artınca da değişen dengelerden yararlanarak kentlerin yönetimini ele geçirmişlerdir.



       Kaştiliaşu adlı kralları önderliğinde askeri bir güç haline gelerek bir krallık kurmuşlardır.
       Kassitlerin Kuzeye doğru yayılmaları ise 14. yüzyıl ortalarında, bu bölgedeki Mitanni egemenliğinin zayıflamasından sonra gerçekleşmiştir.
       Babil ve Sümer ülkesine yerleşenler eski Mezopotamya kültürünü benimsemiş, bir anlamda asimile olmuşlardır. Bu yüzden haklarında bilgi verecek kayıtlar yok denecek kadar azdır.
       Babil’e egemen olan ilk Kassit kralının ,listelerde 10. sırada adı geçen II.Agum (1570 yılları) olduğu anlaşılmaktadır .Agum Hitit kralı I.Murşili tarafından Anadolu’ya taşınan tanrı Marduk’un yontusunu 24 yıl sonra geri getirtmiş ve bir Babilli gibi onun koruması ve kollaması altına girmekle övünmüştür . Ayrıca II. Agum kendisinin Kassit tanrısı Sukamuna ‘nın tohumundan oluştuğunu ve bu olayın da  Mezopotamya’nın büyük tanrılarının Anun , Enlil , Ea , Marduk  ve Şamaş’ın isteği ile meydana geldiğini söylüyordu.
       Marduk ,eski Babil döneminden sonra ön plana çıkan ver sonraları Babil’in baştanrısı olarak kabul edilen önelmiş bir tanrıydı
       Mısır’da ele geçen el-Amarna mektupları ,15 yy. sonlarında hüküm süren Kassit kralı Karaindaş ve sonrasında Babil ile Mısır arasında diplomatik ve ticari ilişkilerin geliştiğini gösteren önemli kanıtlarındandır.Bölgenin zengin tüccarlarının bu dönemde Suriye ,Dogu Akdeniz bölgesi, Anadolu ve Mısır ile yoğun ticaret ilişkisi içinde oldukları anlaşılmaktadır.Kassitler komşu ülkelerle diplomatik ilişkiler yürütmüştür Babil ile Mısır arasındaki ilk altın ticareti bu soy zamanın da başlamıştır.Eskiden eritilerek sarayların ve  tapınakların süslenmesinde; süs eşyası ve takı yapımında kullanılan altın ,ticaret aracına dönüşmüştür.Kalay bronz ve gümüşün yanı sıra altın da alışverişte kullanılmaya başlanmıştır.II.Agum , Kuzey  Mezopotamya’da yeni yeni kentler kurup eski tapınakları onarıp , dört bir yanda Ziguratlar yükselmeye başlamıştır.Kassit  kralları kutsal alanların restorasyonunun yanı sıra birçok edebi metnin toplanmasına kopya edilmesine ve bu metinlerin Ur ,Uruk, Nippur, Babil ve Sippar gibi kentler de bulunan tapınak kütüphanelerinde korunmasına da ön ayak olmuşlardır. Kendi siyasal yapılarından söz etmeselerdi bütün yazıtlar , Kassit’lerin de geleneksel okul anlayışını sürdürdüğünü, Kassit kökenlilerin de  okullara giderek  yazıcı olduklarını gösterir . Yeni  Assur  döneminde bile bazı yazıcı aileleri , Kassit kökenleriyle övünmekteydiler.
        Kassit döneminde bölgeler arasında KUDURRU adı verilen sınır taşları bulunmaktadır. Bu sınır taşları bize devlet yönetimi konusunda ipuçları vermektedir.Bu taşlardan anldığımız kadarıyla eyaletlerde , görevlerini tam olarak tanımlayamadığımız ŞAKNU (yönetici ) olarak adlandırılan valiler bulunmaktaydı.Üzerinde kutsal semboller ve yazıt bulunan kudurrular ilk kez Kassit egemenliğinin sonlarına doğru ortaya çıkmış , yaygınlaşmış ve birinci binyılda da yapımları sürdürülmüştür.



         Kuzey Mezopotamya ‘da Mitanni krallığının zayıflaması , önceleri Kassitlerin bu yönde yayılmasını sağlamışsa  da aynı bölgeyi kontrol eden Orta Assur  Krallığı, Babil merkezli Kassit yayılımına karşı yeni bir tehdit oluşturmuştur. Fakat Assur Krallığının Babil  üzerindeki egemenliğinin uzun sürmediği  anlaşılmaktadır. Güney Mezopotamya ‘daki Kassit egemenliği , esas olarak güneydoğudan gelen Elam  saldıılarıyla son bulmuştur.Şutruk-Nahhunte adlı krallarının önderliğindeki  Elam orduları , 1155 yıllarında Babil ve çevresinin ele geçirerek büyük yağmalamalar gerçekleştirilmiş ve sonrasında  bölgeyi Elam valisinin denetimine bırakmıştır. Şutruk-Nahhunte , Naram-sin steli üzerine kendi başarısını anlatan bir de yazıt ekletmiştir.
        Sonuç olarak egemenliğinin yitiren Kassit toplumu bölge halkıyla kaynaşarak asimile olmuştur. Kentlerde yerleşenlerden bazıları Babilce isimler almışlardır.Bürokrasi de görev yapanlar önemli devlet memurluklarına kadar yükselmişlerdir.Kırsal alanlarda kabileler halinde yaşayanlar ise kendi kimliklerini uzun süre korumuşlardır.
    





KAYNAKÇA

Andaç : F.Andaç , Babil’e Yolculuk . İstanbul 2003

Köroğlu : K.Köroğlu ,  “ Eski Mezopotamya Tarihi Başlangıçtan Perslere Kadar”, İletişim Yayınları , İstanbul 2009 

Köroğlu : K.Köroğlu , “ Tarih Öncesinden Perslere Kadar Mezopotamya”, Toplumsal Tarih, Aylık Tarih Dergisi, Sayı:149, Mayıs    2006  , s.16-s.27

Oates : J.Oates , Babil , Ankara 2004

Sever :  E.Sever  ,  “Asur Tarihi”, Kaynak Yayınları, İstanbul  1993

 

6 Nisan 2013 Cumartesi

İŞTAR'IN YERALTI DÜNYASINA İNİŞİ



          Mezopotamya’nın en önemli mitlerinden birisi Tanrıça İštar’ın ölüler diyarına inmesini anlatmaktadır. Tanrıçanın ölüler diyarına inmesinden önce Tanrı Tammuz (Sümerce Dummuzi) ile evlenmesi vardır. Tammuz’un İštar’ı elde etmesi iki biçimde anlatılmıştır. Bunlardan birinde çiftçi tanrı Enkimdu Tammuz’un rakibidir, diğerinde ise Tammuz tek taliptir. Öyküye göre, Tammuz tanrıçanın evinin önüne gelir ve içeri girmek için yaygara koparır. Tanrıça annesinin onayını aldıktan sonra banyo yapar, yağlar sürünür, kraliçelik giysilerini giyer, değerli mücevherler takınır ve damat adayına kapıyı açar. Tammuz, böylesine tutkuyla istediği evliliğin kendisinin cehennemin dibine atılmasına sebep olacağını bilmemektedir. Gökyüzünün hanımı olan İštar, cehennemde de hüküm sürmek arzusundadır. Bundan dolayı ölüler diyarına inmeye karar verir. Mezopotamya’nın İštar ve Tammuz ikilisi Yunanlar’a Aphrodite ve Adonis olarak geçmiştir.

           Sümer versiyonunda olduğu gibi mitosun Babilonyalı biçiminde de, İştar’ın ölüler dünyasına inişinin nedeni verilmemiştir; ama, şiirin sonunda, İştar salıverildikten sonra, Tammuz’un yer altı dünyasında hangi nedenle bulunduğu hakkında hiçbir açıklama verilmeden, onun İştar’ın erkek kardeşi veya aşığı olarak sunulmuştur. İştar’ın dönüşü olmayan ülkeye inişi mitosunun Babilonya versiyonunda cinsel verimliliğin, üretkenliğin, Tanrıçanın yeryüzünde bulunmayışı yüzünden yok oluşunun bir betimlemesi vardır. Tanrıçanın yer altına inişinin betimi, ana çizgilerinde, mitosun Sümerli biçimini izlemektedir; fakat içinde ilginç farklılıklarda bulunmaktadır. İştar yeraltı dünyasının kapısını çaldığında, içeriye alınmazsa kapıyı yıkma ve yer altı dünyasındaki ölüleri serbest bırakma tehdidinde bulunur. Şiirin bu pasajı bu sahneyi canlı bir biçimde anlatmaktadır.
Ey kapı bekçisi, kapını aç,
Kapını aç da girebileyim
Eğer açmazsan kapıyı
Böylece giremezsem içeri
Kapıyı kesin parçalayacağım
Sürgüsünü kopartacağım kesin
Kapı direğini parçalayacağım
Kapı kanatlarını söküp atacağım bilesin
Ölüleri kaldırıp ayaklandıracağım
Dirileri yesinler diye bırakacağım
Taki ölüler sayıca dirileri geçecek
Mitosun bu versiyonunda Tanrıça İştar, Sümerli versiyonunda olduğundan çok daha düşmanca ve tehditçi bir kişiliktir. Aynı zamanda, İştar’ıon ölüleri diriler üzerine salıvermesi tehdidinde, Babilonyalıların, dinlerinin oldukça belirgin bir özelliğini oluşturan ve pek çok afsunda karşılaşılan korkularını, ölülerin hayaletlerinden korkmaları olgusunu yansıtmaktadır. İştar, yedi kapıdan geçerken, Sümer versiyonunda olduğu gibi, her bir kapıda giysilerinin bir parçasını çıkarmaktadır. Babilonya versiyonunda, Tanrıçanın “ölümün gözlerinin” uğursuz bakışıyla, cesede dönüşmesini anlatan acıklı betimleme verilmemekle birlikte, geri dönmediği bildirilmekte ve bunu Pepsukkal’ın büyün tanrılara başvurması izlemektedir. Ea hadım Aşuşunamir’i yaratıp, Ereşkigal’i yaşamsuyu tulumunu kendisine vermesine razı etmesi için aşağıya yollar. Aşuşunamir afsunuyla Ereşkigal’i buna razı etmeyi başarır ve Ereşkigal’i veziri Namtar’a, isteksizce, İştar’ın üzerine yaşamsuyu serpilmesini buyurur. İştar salıverilir ve geri dönüş yolculuğu sırasında, daha önce her bir kapıyı geçerken bıraktığı süs eşyalarını ve giysilerini geri alarak gider. Ancak bir fidye ödemesi gerektiği yolunda bir değinmede bulunur. Ereşkigal veziri Namtar’a “Eğer tanrıça sana fidye belini vermezse, onu geri getir” der. Fidyenin neyin karşılığı olarak istendiği belirtilmemiştir, ama mitosun sonunda Tammuz’un sözünün edilmesi, oraya nasıl geldiğini açıklayan herhangi bir ipucu verilmemişse de Tammuz’un yer altı dünyasından geri dönüşünün fidyesi olduğu yolunda bi işaret gibi görünmektedir. Enlil’in yer altı dünyasına sürgün edilmesi ve İnanna’nın kendisiyle birlikte gelmesi hakkında bir Sümer mitosu bulunmaktadır. Dinsel törenlerde “Tammuz ile Eniri” sözleri aynı tanrının farklı adları olarak geçmiştir. Bu durumda mitosun gelişme sürecinde, Tammuz’un yer altı dünyasına artan bir önem kazanmaya başlamış olduğu ve bitkiler dünyasının ölüp yeniden doğmasıyla ilişkilendirilir.  


-yazı alıntıdır-

26 Ocak 2013 Cumartesi

ETRÜSK RESİM SANATI

KERAMİK

 Villanova gelenekli, koyu gri veya kırmızımtrak renkli kaba hamurdan (impasto) keramik, M.Ö.6. yy'a dek kullanılmıştır. Başlıca kap formu, tabanından birbirine çakışmış iki koniye benzeyen Bikonik urnelerdir. Çoğunlukla kapak olarak bronz bir miğfer veya kap taşıyan bu urnelerin gövdeleri üzerinde, sivri uçlu bir aletle yapılmış geometrik( menderes, sikzak gibi) motifli çizi bezeme görülür.
 Yunan etkisiyle boyalı vazolar da yapılmış, özellikle Proto Korint ve Korint keramiği Etrurya'da, yaklaşık 1 yy sonra gerçeğine yakın ustalılla taklit edilmiştir.
  Özgün etrüsk keramiği sayılan BUCCHERO (siyak keramik) M.Ö. 5. yy başlarına dek Etrurya'da çok miktarda üretilmiştir. Bucchero, aslında Batı Anadolu'da da kullanılan özel bir kil çeşidinin ismidir. Daha ince hamurlu, koyu renkli, değişik şekilli ve çeşitli bezeklidir. Monokrom mallardır.





DUVAR RESİMLERİ


   M.Ö. 6.yy'da Caere, özgün vazoları yanısıra , resimli terrakotta levhalarıyla da dikkat çeker. bunlar bugünkü kullandığımız duvar kağıdı fonksiyonunda, d.dörtgen levhalardır. yükseklikleri en fazla 1 metredir.
   Caere mezarlarında bulunan kaplama levhaları arasında BOCCANERA ve CAMPANA adlarıyla tanınan iki grup ilgi çekicidir.

*BOCCANERA LEVHALARI (M.Ö. 550- 540):

   5 tanedir; bunlardan üçünün yanyana durduğu ve figürlerin aynı konularda devamlılık gösterdiği anlaşılır. Frizlerin altında olağan kırmızı-beyazdikey bantlar, üstünde ise üç sıralı grift örgü motifi bulunur. Her üç levhada, iki ayrı yöne doğru ayakta duran veya yürüyen üçer figür vardır. Bunlar, en sağdaki hariç, tümüyle profilden gösterilmiştir. Beş figürden oluşan soldaki sahne, Paris'in yargısı şeklinde tanımlanır. Sakallı olan Paris ile Hermes, karşılıklı konuşmktadır; ellerinde mızrak ve zafer çelengi taşıyan Athena, birer dal tutan Hera ve Aphrodite, diz hizasına dek uzun saçlıdır ve sivri ucu yukarı doğru kıvrık, tipik ayakkaılar giyerler. Sağdaki sahneini Thetis ve Peleus'un düğün alayını resmettiği ileri sürülmüştür. Hera ve Aphrodite ile aynı levhada, fakat farklı yönde yer alan kadının ise başı örtülü değildir ve ayakları çıplaktır; elinde de yuvarlak bir kutu (pyksis) tutar.




*CAMPANA LEVHALARI (M.Ö. 530-520)


     Boccanera tipindedir; yalnız tirizin üstünde, dil motitli, hafif çıkıntılı bir kornişe sahiptir. Birbirinin devamı olan beş levhanın firizinde işlenen konu, büyük bir olasılıkla iphigeneia’nın kurban edilişi ile ilgilidir. Bir sahnede kalkhas ile Agememnon, portatif birer sandalyeye karşılıklı oturmuş konuşmaktadırlar; bir diğerinde ise ok-yay tutan Apollon ilk kollarında İphigeneie’yı taşıyan kanatlı Artemis görülür, tanrıçanın ayakkabıları da kanatlıdır. Boccanera ve campana levhaları, vazo resimleri ile büyük duvar resimleri arasında. üslup ve düşünce açılarında farklı ve önemli bir konumdadırlar.






     TOMBA CAMPANA: (M.Ö. 600)


    Tümülüs mezar iki odalıdır. Arka mekanın karşı duvarında 6 bronz kalkan resmi; arka odaya açılan kapının dış söveleriyanındaki duvarda ise üstüste ikişer sahne bulunur: sol üsttekinde, sağa doğru küçük binicisiyle bir at ve arkasında oturan panter; sol alttakinde, yine sağa büyük bir panter ile iki küçük hayvan (köpek?); sağ üsttekinde, sola doğru, bir erkeğin dizginlerinden çektiği küçük binicili bir at ve önünde yürüyen çifte baltalı bir figür ile boşlukları dolduran hayvan ve bitkiler; sağ altttakinde ise, sola doğru bir sfenks ve arkasında oturan bir panter ile aşağıda bir gazal görülmektedir. Çok figürlü sağ üst tasvirdeki önde yürüyen adam, maiyetiyle ava giden bir avcı olarak; ayrıca bu sahne tümüyle, yeraltına yolculuk veya Hephaistos'un Olympos'a dönüşü şeklinde yorumlanır.


       

   












      Kaynak:  TULUNAY, Elif Tül.   Etrüsk sanatı , Arkeoloji ve Sanat Yayınları,   İSTANBUL 1992


14 Aralık 2012 Cuma

Truva Savaşı


      Asya ile Avrupa kıtaları arasında bir köprü olan Anadolu, tarih boyunca birçok uygarlığa sahne olmuş ve çeşitli medeniyetlerin kültür zenginliklerini bağrında barındırmıstır. Bu zengin geçmişiyle evrensel uygarlığın oluşmasında dünyadaki bütün coğrafyalardan daha fazla pay sahibidir.
        Anadolu Coğrafyası’nda doğmuş olan önemli uygarlıklardan birisi de Troia medeniyetidir.  Antik Dönemde olduğu kadar, tarihin her döneminde hatta günümüzde bile her kültürden insanı büyülemis olan Troia, bir efsane, bilimsel bir gerçeklik ve bir sembol olarak etkilerini sürdürmektedir.
       Yüzyıllarca kaybolmuş olan bu kenti Anadolu’daki medeniyetlerden daha önemli kılan şey şüphesiz Troia Savası Destanı’dır. Bu destan, Anadolu için bir kapı vazifesi gören Çanakkale Boğazı’nın hakimiyetini elinde bulunduran Troia Medeniyeti’ni yıkarak, zengin bir coğrafyaya sahip olan Anadolu’yu ele geçirmek isteyen batılı güçlerle, bu saldırılara karsı amansız bir şekilde direnen Anadolu insanı arasında yapılan gerçek bir savaştan doğmuştur.
       Batı toplumları tarafından oldukça önemsenen bu destana karsı Anadolu insanı her zaman ilgisiz kalmıştır. Oysaki bu topraklarda doğmuş olan bu destanı bilmek, ne kadar önemli bir coğrafyada yasadığımızı anlamamızda bize yol gösterecektir.

Troia’nın Tarihi Coğrafyası
      
     Antik Troia1 kenti, MÖ.3000 yılına kadar uzanan geçmisi ve Troia Destanı ile tarih boyunca önemli bir üne sahip olmuştur. Yapılan araştırmalar, kentin, hem kuzey güney hem de doğu-batı hattında, özellikle de deniz taşımacılığı bakımından önemli bir ticaret merkezi olduğunu göstermektedir .
      Troas Bölgesi’nin hiç kuşku yok ki en önemli kenti Troia'nın öteki adı İlion’dur. Hitit yazılı belgelerinde geçen Wilusa, Wilusija ya da Taruisa kelimelerinin kesin olmamakla beraber Troia olduğu bazı araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir.

      Yunan mitolojisine göre Troia adının kökeni Troia kral soyunun atalarından Tros’a dayanmaktadır. İlion adı ise kentin kurucusu ve aynı zamanda Priamos’un dedesi olan İlos’tan dolayıdır.
      Troia, ülkemizin kuzeybatısında tam olarak Çanakkale Boğazı’nın güney çıkısında kurulmus, Çanakkale ilimize 30 km. uzaklıktaki antik bir kenttir. Batısında Lemnos (Limni) ve güneyinde Lesbos (Midilli) adaları bulunmaktadır. Kentin kurulduğu tepeye günümüzde “Hisarlık” denilmektedir. Bu tepenin Çanakkale Boğazı’na olan uzaklığı yaklaşık 4,5 km., Ege Denizi’ne olan uzaklığı ise 6 km. civarındadır.

      Araştırma ve Kazılar   
    
     Destanlar, yalnız tarihsel olaylarla ilgili gerçek kırıntıları taşımakla kalmayıp, aynı zamanda tarihsel coğrafya açısından da önemli bilgiler verirler. Bazen, bir yerde belli belirsiz kalıntıları bulunan İlkçağ kentinin hangi kent olduğunu yalnız destan öykülerinden yararlanarak belirlemek mümkündür. Nitekim Antik Troia kenti de Homeros’un İlyada adlı destanından yola çıkan H. Schliemann tarafından bu sekilde  tespit edilmiştir. Bilimsel kazı yöntemleri hakkında hiçbir bilgi ve deneyimi olmayan Schliemann, tarihsel kalıntılara çok büyük zararlar vermiştir. Ancak Troia’nın yerini saptamasına rağmen kendisine inanmayan bilim dünyası kanıtlar çoğalınca yıllar sonra da olsa yitik Troia Kenti’nin ortaya çıkarılması onurunu kendisine vermiş ve onu alkışlamıştır.
    Schliemann sonrası kazılar daha önce Schliemann ile çalışmış olan mimar W. Dörpfeld başkanlığında sürdürülmüş ve böylece ilk sistemli Troia kazıları da başlamıştır. Dörpfeld çalışmalarını ve bulgularını 1902’de iki cilt olarak hazırlanan “Troia und Ilion” adlı kitabında yayımlamıştır.
     Araya giren savaşlar nedeniyle yüz üstü bırakılan kazılar 1932 yılında C. Blegen yönetiminde Amerikalı bilim adamları tarafından yeniden başlatılır ve 1938 yılına kadar devam eder. Blegen’in kazılarında amaç yalnızca Homeros Troiası’nı bulmak değil, aynı zamanda önemli bir uygarlık olan Troia’nın bölgedeki stratejik ve tarihi önemini aydınlatmaktır. Nitekim öyle de olmuştur. Blegen, kazı raporlarını AJA’a (American Journal of Archaeology) yayımlamıştır.
     Troia kazıları elli yıllık bir aradan sonra 1998 yılında Almanya Tubingen Üniversitesi öğretim üyesi, aynı zamanda Tarih Öncesi ve Erken Tarih Dönemleri Anabilim dalından Prof. Dr. M. Korfmann ve ekibi tarafından yeniden başlatılmıştır. Korfmann’ın 2005 yılında ölümü üzerine, bu tarihten itibaren kazılara E. Pernicka başkanlığında devam edilmektedir. Tüm bu kazılar sonunda kent büyük ölçüde ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Erken Tunç Çağı’ndan Bizans’a kadar uzanan bir dönemi kapsayan höyük, en az 43 yapısal dönemi ve 10 katmanı barındırmaktadır. 
    
   Katmanların zaman çizelgesi şöyledir:

Troia I MÖ. 3000-2600
Troia II MÖ. 2600-2350
Troia III MÖ. 2350-2200
Troia IV MÖ. 2200-1900
Troia V MÖ. 1900-1700
Troia VI (Erken) MÖ. 1700-1570
Troia VI (Orta) MÖ. 1570-1470
Troia VI (Geç) MÖ. 1470-1300
Troia VIIa MÖ. 1300-1200
Troia VIIb1 MÖ. 1200-1130
Troia VIIb2 MÖ. 1130-1050
Troia VIIb3 MÖ. 1050 - 950
Troia VIII MÖ. 750 - 85
Troia IX MÖ. 85- MS.500
Troia X MS. 1100 –1306



     Yunan Mitolojisi’nde, Troia Savaşı fikrinin ilk olarak dişi toprak ana Gaia ile yıldızlı gökyüzünü simgeleyen esi ve oğlu Uranus’un kızları yasa tanrıçası Themis tarafından, yeryüzü nüfusunun aşırı derecede artmasına karsı bir önlem olarak ortaya atıldığı söylenir. Bu mitolojik olaya göre Troialılar ve Akhalar ya da daha özelde Eris, Helena, Paris vb. kişilikler, kaderin gerçekleşmesi için seçilmiş birer piyondurlar sadece. Bir başka efsanede ise savaşın Aphrodite tarafından, sırf krallığı Priamos’tan alıp kendi soyuna vermek için çıkarıldığı söylenir. Bilindiği gibi Aphrodite Aineias’ın anasıdır. Öncesi ve sonrası ile 40 yıllık bir dönemi kapsayan Troia Savası ile ilgili ilk kıvılcım, deniz tanrıçası Thetis ile Pythia kralı Peleus’un düğününde çıkarılır. Kavga tanrıçası Eris, bas tanrı Zeus’un talimatıyla üzerinde “en güzele” yazılı elmayı konukların arasına atar. Bunun üzerine tanrıçalardan Hera, Athena ve Afrodite arasında bir güzellik tartışması alevlenir. Zeus, bu karışık durumda karar vermeyi reddeder ve bu görev için Troia Kralı Priamos’un oğlu Paris’i tayin eder. Üç tanrıça Hermes’in kılavuzluğunda Paris’in yanına varır. Aphrodite genç adamı ask dolu bir yasam vaadiyle kandırır. Paris, kız kardeşi Kassandra’nın felaket kehanetlerine aldırıs etmeyerek Helena’yı kaçırır, çünkü ona göre bu Aphrodite’nin vaadidir.

          Sparta kralı Menelaos, abisi Akha kralı Agamemnon’dan yardım ister. Troialılar ile yapılan görüşmeler sonuç vermeyince, askeri güç kullanımına karar verilir. Uzun ve problemli bir hazırlık ve yolculuktan sonra Akha ordusu Troia’ya ulaşır. Savaşın ilk 8 yılındaki karşılıklı çarpışmalardan sonra 9. yılda Achilleus’un öfkesi ile Homeros’un İlyadası baslar. Achilleus, Ege bölgesine yaptığı çapulculuk seferleri sırasında getirdiği Lyrnessos Apollon Tapınağı’nın rahibi, aynı zamanda Chrysa Apollon Tapınağı’nın rahibi Chryses’in de kardeşi olan Brises’in kızı ganimeti Briseis’in, Agamemnon tarafından elinden alınmasına sinirlenerek savastan çekilir. Onun çekilmesiyle savasın seyri Zeus’un isteği ile Troialılar’ın lehinde gelismeye baslar. Agamemnon’un pismanlığına, tüm ısrarlarına ve Briseis de dahil bir sürü ganimet önerisine rağmen Achilleus savaşa dönmez. Bu durum, Patroklos’un tekrar savaşa dönüp Hektor tarafından öldürülmesine kadar devam eder. Arkadaşının ölümüyle öfkesinden vazgeçen Achilleus tekrar savaşa döner ve Hektor’u öldürür. Babası Priamos, tanrıların isteği doğrultusunda oğlunun cesedini fidye karşılığında Achilleus’tan alır ve Hektor için büyük bir cenaze töreni düzenlenir. 
    Savaşın bundan sonraki bölümünde Troialılar’a yardıma gelen Amazonlar Kraliçesi Penthesileia ve Etiyopya (Habeşistan) Kralı Memnon’u öldüren Achilleus’un kendisi de tanrı Apollon’un yardımı ile Paris tarafından öldürülür. Aias’ın intiharı ve Paris’in ölümü, kuşatma öncesi meydana gelen son büyük olaylardır. Savaşın sonlarına doğru Akha ordusunun içerisinde huzursuzluklar baslar. Troia’dan umudunu yitiren bazı komutan ve askerler, uzun süre ayrı kaldıkları yurtlarına, evlerine dönmek isterler. Ancak, bir yandan da ailelerinin kendilerinden
ganimet beklemeleri dolayısıyla eli boş dönmek istememektedirler. Sonunda Akhalar kenti kuvvetle alamayacaklarını anlarlar ve bir savaş hilesi olan tahta at ile Troya’yı ele geçirirler. Kentte büyük bir katliam baslar. Erkekler kılıçtan geçirilir. Hatta Hektor’un üç dört yaslarında oğlu Astyanaks da bu mezalimden nasibini alır. Amaç Priamos’un soyunu kurutmaktır. Kadınların ise, kiminin ırzına geçilir (Kassandra), kimisi kurban edilir (Polyksena), kimileri de köle olarak uzak diyarlara doğru sürüklenir (Hekabe, Andromakhe). İşte dünyanın en dramatik ve en insancıl destanı olan Troia Destanı’nın kısaca özeti budur.


     Troia Savası’nın Sosyal ve Siyasal Nedenleri ve Etkileri
Antik Troia kenti, sahip olduğu coğrafi konumu nedeniyle her zaman Doğu ile Batı arasındaki mücadeleye, çeşitli savaşlara sahne olmuştur. İki dünyanın kapısını açan bir kilit vazifesi gören kenti ele geçirebilmek için tarih boyunca çeşitli halklar, ordular Çanakkale Boğazı’na saldırmışlardır. Efsaneye göre üvey annesinin şerrinden kaçan Boiotia kralının kızı Helle, altın koç üzerinde uçarken boğaza düşüp boğulduğu için,
Antikçağ’da boğaza Helles Pontus (Helle’nin Denizi) adı verilmiştir. Homeros’a göre Troia Savaşı, Yunanistan’da oturan Akhalar (Myken) ile Anadolu’da oturan Troialılar arasında gerçekleşmiştir. Bu savaşta Akhalar Batı dünyasını, Troialılar ise Doğu dünyasını temsil etmişlerdir. Bu yüzden Doğu ve Batı dünyalarını ilk kez karsı karsıya getiren bu savaşa “Antikçağ’ın I. Dünya Savası” yakıştırması yapılmıştır. Homeros’a göre Troia Savaşı’na bir kız kaçırma olayı sebep olmuştur. Troia Kralı Priamos’un oğlu Paris, Myken Kralı Agamemnon’un kardeşi, Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helena’yı kaçırınca, büyük bir ordu hazırlayan Akhalar savaşı başlatmıştır. Oysa bu efsane ticaret ve çıkar kaygılarıyla yapılan gerçek bir savastan doğmadır.

     Troia, Almanya’dan Tuna, Rusya’dan Dnyester ve Ukrayna’dan Dnyeper nehirleri aracılığıyla üç çıkışa sahip Karadeniz’e, Ege Denizi’nden açılan bir kapı işlevi gören Çanakkale Boğazı’nın kontrolünü elinde tutmuştur. Yüzyıllar boyu Boğaz’a hakim olan elverişsiz rüzgar ve akıntılar gemilerin, Karadeniz’e yönelmelerini engellemiş ve bu gemileri uygun koşullar oluşuncaya değin uzun süre, Troia’nın bugün Beşike Koyu diye bilinen limanında beklemek zorunda bırakmıştır. Troia yüzyıllar boyu bu limandan yararlanma ayrıcalığı karşısında büyük miktarda gelir sağlayarak bulunduğu coğrafi konumun avantajı ile oldukça büyük bir zenginliğe ulaşmıştır.
Hellas’ta ilk Grek kültürünü oluşturan Linear B yazısının sahipleri Akhalar ise, Yunanistan’ın coğrafik açıdan elverişsiz olan arazi şartlarının zorlaması neticesinde daha MÖ. 2. binin başlarından itibaren denize yönelmek zorunda kalmışlardır. Özellikle MÖ. 16. yüzyıldan itibaren Doğu Akdeniz memleketleriyle yoğun bir ticari ilişki içerisine girmişlerdir. MÖ. 1400 yıllarına kadar Girit’teki Minos Krallığı’nın egemenliğine boyun eğen Akhalar, bu tarihten itibaren Akdeniz sularının gerçek hakimi olmuşlardır. Homeros’un “Achaioi” dediği bu ilk Hellen kavmi daha MÖ. 16. yüzyılda Miletos’a yerleşmiş ve orada ya da biraz daha güneyde, MÖ. 14. ve 13. yüzyıla tarihlenen Hitit kaynaklarında sözü edilen Ahhiyyava Krallığı’nı kurmuşlardır. MÖ.
1400-1200 yılları arasındaki dönem Akha Medeniyeti’nin en parlak çağı olmuştur. Üretmiş oldukları zeytinyağı ve şarabı, Kıbrıs, Ugarit, Rodos, Mısır vb. memleketlere ihraç ederek bu yoğun ticari faaliyetler neticesinde oldukça zenginleşmişlerdir.
 
















           MÖ. 13. yüzyılın ortalarından itibaren Akdeniz’deki Akha ticareti sekteye uğramaya başlar. Bunda hiç şüphesiz Anadolu’daki Hitit İmparatorluğu’nun, IV. Tuthaliya Dönemi (MÖ. 1250-1220) ile beraber Arzava beylikleri ve Kaşgalar’ın saldırılarıyla parçalanma sürecine girmesi ve pek çok kavmin isyan ederek bağımsızlıklarına kavuşmasının büyük rolü vardır. Böylece Akdeniz’de korsanlar türemeye başlamış ve Akhalı tüccarların can güvenliği tehlikeye girmiştir. Bu, geçimini tamamen deniz ticaretinden elde eden bir kavim için çok kötü bir durumdur. Yeni pazarlar aramaya başlayan Akhalar için Karadeniz sahilleri bulunmaz bir nimettir fakat bunun için Çanakkale Boğazı’nı geçmek gerekmektedir. Oysaki bu boğaz Troialılar’ın hakimiyetindedir. Öyle ise hedefe ulaşmak için tek çare Troialılar’ı buradan atmaktır. Bu sonuca göre Akhalar, Troia’nın akıl almaz zenginliği ve Karadeniz’e doğru engelsiz bir çıkış sağlayan Çanakkale Boğazı’nın kontrolünü ele geçirmek için Troia’ya saldırmış olmalıdırlar.



24 Kasım 2012 Cumartesi

HİTİT MİTOLOJİSİ - KUMARBİ


GİRİŞ        
          Din ve mitoloji ile ilgili ilk yazılı belgeler Sümerlere aittir. Mezopotamya’da ilk kez yazılmaya başlayan mitolojik hikayeler Hurriler aracılığıyla Hititlere geçmiştir. Doğu ve Batı kültürleri arasında geçiş noktası konumundaki Anadolu’nun, Hitit egemenliğinde olması, bu edebi ürünlerin onlar sayesinde Eski Yunan Uygarlığına taşınmasını sağlamıştır.
          Din, insanoğlunun varoluşundan itibaren onun toplumsal yaşamını belirlemede önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Din kisvesine bürünmüş kurallar, özellikle çok tanrılı dinlerin egemen olduğu toplumlarda, daha yoğun olarak kendisini göstermektedir. Çok tanrılı dinlerin yaşamasını ve yayılmasını sağlayan en belirleyici husus, herhangi bir kurala bağlılık değil, belirli hareketleri ve görevleri yerine getirme geleneğidir. Bu açıklamadan yola çıkarak yerine getirilmesi gereken ritüeller, dinin toplum içindeki devamlılığını sağlayan en önemli etkenlerdir.



HİTİTLERDE DİN
  
    Hitit dini çok tanrılı bir dindir. “Bin Tanrılı Din” olarak da
bahsedilmesinden anlaşıldığı gibi Hitit panteonunda Sümer, Hatti, Akkad, Asur, Babil, Luwi, Pala ve Hurri tanrıları bulunmaktadır.
      “Bin tanrılı” Hitit pantheonu, yalnızca Anadolu tanrılarından oluşmuyordu. Bu yabancı tanrı ve tanrıçalar arasında özellikle Mezopotamya kökenlilerin çok saygın bir yer tuttuklarını gerek resmi ve dinsel metinlerden, gerekse efsanelerden öğrenmekteyiz. Ninive İştar’ı, suların tanrısı Ea ve karısı Damkina, Güneş tanrısı Şamaş ve karısı Aya, Ay tanrısı Sin ve karısı Ningal bunlardan bazılarıdır. 
        Toplumların kendine özgü kültürel öğeleri, o toplumun dinsel unsurlarını önemli ölçüde etkilemektedir. Hititler, Anadolu’ya gelmeleri ile birlikte birçok Anadolulu unsuru kendi bünyelerinde birleştirerek yeni bir kültür oluşturmuşlardır. Bu sayede toplumsal ve dinsel kurallar şekillenmiş ve özellikle farklı kültür unsurları bir araya gelerek farklı dinsel yapıların oluşmasına zemin hazırlanmıştır.
     Hititlerde Tanrılar insan biçiminde düşünülmüştür. Yalnız biçim olarak değil her yönüyle insana benzetilmiştir. 
1- Tanrılarda yerler, içerler,  acıkırlar, çalışırlar, sevinirler, öfkelenirler,
2- Onlarda yapılan büyülerden etkilenirlerdi. 
3-Onlarında insanlar gibi tutkuları zayıf ve güçlü yönleri vardır.
4-Krallarınkine benzer bir haremleri de vardı. 
5-Çözülmesi zor sorunlarda fikir alışverişinde bulundukları bir danışma meclisleri vardı.
      Böylece tam bir insan gibi hayal edilen tanrıların betimleri de doğal olarak insan biçimindeydi ve tanrıların yontuları onların yerini tutmaktaydı.
       Kumarbi efsanesinde  adı geçen tanrılar:
       Alalu
      Anu
      Teşup
Alalu: Hurri kökenli ilk göktanrısıdır.
Anu: Alalu’dan sonra köklere hakim olan tanrıdır. bazi yerlerde  ‘’an’’ olarakta gecer ve yeryüzü tanrıçası  “ki" ile evlidir. İkisinin birleşmesinden ağaçlar ve bitkiler oluşmuştur. Enki'nin babasıdır.  Ayrıca Anşar ile kişar’ın oğludur.
Teşup:  Hititlerin fırtına\iklim\gök tanrısıdır. En yüce tanrıdır.















EFSANENİN KONUSU

  Hurri kökenli bir efsanedir. Efsaneye göre gökyüzününhükümdarı Alalu imiş. Tahtta Alalu oturur, tanrıların birincisi olan Anu ona içkiler sunarmış. Alalu’nun egemenliği dokuz yıl sürmüş. Derken Anu, Alalu’ya savaş açmış, onu yenerek karanlık topraklara sürmüş, sonra da geçip Alalu’nun tahtına oturmuş. Anu’nun Alalu’ya hizmet edişi gibi bu kez de Kumarbi aynı biçimde hizmet etmiş Anu’ya. Bu hizmet de dokuz yıl sürmüş; dokuzuncu yılın sonunda da Kumarbi, Anu’ya savaş açmış. Anu, Kumarbi’nin elinden kaçarak gökyüzüne çıkmaya çalışırken Kumarbi ayaklarından yakalayarak aşağı çekmiş onu. Sonra da erkeklik organını ısırmış Anu’nun ve yaptığından sevinç duymuş. Anu şöyle demiş Kumarbi’ye:  “Tohumlarımı yuttuğun için boşuna sevinme. Ben senin için ağır bir yük koydum. Önce güçlü fırtına tanrısına gebe bıraktım seni, sonra Aranzah (Dicle) ırmağına, üçüncü olarak da Taşmişu’ya...” Bu efsane, tanrılar arasındaki gökyüzünü ele geçirme kavgasını anlatıyor görüldüğü gibi. Bir başkaldırmalar öyküsü. 
Bu öyküden yüzyıllarca sonra yaratılan Theogonia efsanesinde de konu neredeyse aynı. Hesiodos’un bu yapıtına göre göklerin hükümdarı Uranos imiş. Uranos gök anlamına geliyor zaten. Acımasız bir hükümdar olan Uranos, doğan çocuklarını doğruca yerin altına gönderir. Bu durumdan onun anası ve karısı Gaia (yer, toprak) da şikayetçidir. Uranos’tan doğan bütün oğullarını babalarına karşı kışkırtır. Ama biri dışında, hepsinin de ödü kopmaktadır Uranos’tan. İçlerinden yalnızca Kronos yürekli çıkar. Anasının ak çelikten döverek yaptığı tırpanı alır ve onunla babasının hayalarını keser. İşlediği bu cinayetle de babasının tahtına geçerek göklerin egemeni olur.